Ayn Rand’ın “Ego”su ve Gönüllü İşsizlik Üzerine

By Published On: 15 Ağustos 20236 min read
İçindekiler

Buse Kaplan

Marketing Manager at the Objectivist Network

Ego’nun distopik evreninde, her bireye zorunlu eğitim sürecinin sonunda değiştirmesi veya bırakması mümkün olmayan bir meslek atanır. Kitabın ana karakteri Eşitlik 7-2521 ona atanan meslekten memnun değildir, ve elinden alınacağını bilse de gizlice yürüttüğü bilimsel çalışmalarının meyvelerini Konsey’e sunar. Başka bir deyişle, Eşitlik 7-2521 devletin otoritesine karşı koyan bir figür olmasına rağmen bilimsel çalışmalarını kolektif iyilik için yürütmüştür, en azından Konsey tarafından reddedilene kadar. Seçme özgürlüğünün (freedom of choice) en gündelik uygulamalarından biri olarak icra edeceği mesleği seçebilmek kuşkusuz ki bir Objektivist için olmazsa olmazdır. Peki Objektivizm hiç çalışmamayı seçen bir bireyi nasıl görür? Bireyin kendine yeterliliğine ve üretkenliğine bu kadar değer atfeden bir düşünce sistemi gönüllü işsizlikle ne kadar bağdaşabilir?

1918 Sovyet Anayasası’nın 18. Maddesinde de belirtildiği üzere, çalışmak tüm SSCB vatandaşlarının temel bir sorumluluğuydu, çalışmayı reddetmek kanunen bir suçtu ve bu kişiler kamu yararına katkı sunmadıkları için cezaya tabiydi. Kabul etmek gerekir ki bireyin sadece toplumun yararına varolduğu ve tüm mal ve hizmetlerin merkezden dağıtıldığı bir sistemde “bedavacıları” cezalandırmak piyasanın verimini koruyabilmek adına mantıklı bir harekettir. İşsizliği tespit edip cezalandırmak kolaydı, dolayısıyla atanmış işlerinde (veya herhangi bir işte) çalışmak istemeyenler için görev başında işten kaçınmak çok daha kolay ve güvenli bir yoldu. Bunun sonucunda, totaliter Sovyet Rejimi’nin demir yumruğunun nispeten daha az etkili olduğu bölgelerde halk arasında yaygın bir kaytarma kültürü gelişti. Bu fenomeni özellikle döneminin Doğu Avrupa sanatında (filmler ve fotoğraflar gibi) gözlemleyebilmek mümkün.

Štreit, J. (1985). Working Women of Arnoltice [Photograph]. Erişim: 31.05.2023.
https://www.new-east-archive.org/features/show/12449/jindich-shtreit-photography-ruralczechoslovakia-village-people

Çek yönetmen Jiří Menzel’in bir çalışma kampında geçen 1969 yapımı (fakat yasaklandığı için ilk defa komünist rejimin çöküşünden sonra, 90larda yayınlanabilen) filmi Öksedeki Tarla Kuşları (Larks on a String) bu kaytarma kültürüne bir örnek olarak gösterilebilir. Daha ağır konulara dokunsa da film özünde gardiyanlarla dolu korkunç bir çalışma kampında bile insanların oyun oynamak, felsefi tartışmalar yapmak, eğlenmek ve aşık olmak için bir yol bulabildiğini gösteren bir komedi filmi. Karakterlerimiz (bir avukat, bir profesör, bir sanatçı ve bir sütçü) kendilerine verilen işten tembel parazitler oldukları için değil, kendilerine ne fayda sağlayan ne de yetenekleriyle uyumlu olan bir işe zorlandıkları için kaçınıyorlar. Yine Çek asıllı bir fotoğrafçı olan Jindřich Štreit’ın kadrajına da üstte yansıdığı gibi, uygulanan baskının ve insanların üretim fark etmeksizin çalışıyor göründükleri sürece hayatlarını rahatça idame ettirebilmelerinin bir sonucu olarak insanlar uzun ve zorlu çalışma saatlerini eğlenip sosyalleşerek geçirmeye başladılar. Kuşkusuz ki bu durum ekonomik açıdan tam bir faciaydı ama şahsen bunu insanlığın bir mucizesi, kişilerin en baskıcı rejimler altında bile kendi küçük özgürlük alanlarını ve bireyliklerini nasıl korumaya çalıştığının canlı bir kanıtı olarak görmekten kendimi alıkoyamıyorum. Gelmiş geçmiş en güçlü totaliteryen rejimlerden birine karşı sessiz ama onurlu bir başkaldırı.

Belirtmek gerekir ki, Objektivist bir perspektiften çalışmayı reddetmekle alakalı hiçbir problem yok. Birey neden topluma bir katkı sunmaya, bir makineymiş gibi çıktı üretmeye zorlansın ki? Elbette çalışabilecek durumda olup çalışmayı reddeden bir bireyin devletten maddi yardım alarak geçinmeyi beklemesi Objektivist etiğe uygun değildir, fakat ya o insanın kendisine bakmaya rıza gösteren bir partneri varsa? Ya kendilerine uzun süre yetebilecek ölçüde birikime sahiplerse? Birey zorunlu olarak başkalarının üretiminden faydalanmak durumunda bırakıldığı için SSCB örneğinde çalışma veya çalışmama seçimlerinin etik boyutunu incelemek hayli zor. . Objektivizmin temellerinden biri olan “kimseyi kurban etme ve kimse için kurban edilme” prensibi kaçınılmaz bir şekilde ihlal edilmekte ve kendi kendine yetebilmek imkansızken neden birey kendisine zarar veren ve hiçbir kazanç getirmeyen insanlık dışı çalışma koşullarına göğüs germek zorunda olsun? Bu açıdan incelendiğinde çalışmaktan (mümkünse toplu bir şekilde) kaçınarak ekonomiye bir değişikliğe yol açacak kadar zarar verebilmeyi ummak hem sayılan nedenlerden ötürü hem de bireyin güvenliği açısından en mantıklı yol olarak görünüyor.

Dahası, bu koşullar altında gönüllü işsizlik Rand’ın üretkenlik kavramıyla da uyumludur. Rand üretkenliğin başarma arzusundan doğduğunu söyler, fakat SSCB’de zorunlu çalışma bireye bir gün daha yaşayabilmekten daha üstün bir başarı getirmez. Bu şartlar altında, aktif olarak çalışmak üretkenlik sağlamanın aksine bireyin zamanını ve enerjisini verimsiz bir şekilde harcayarak üretkenliği baltalamaktadır. Örneğin Picasso zorunlu bir temizlik işine atansaydı sokak süpürerek geçirdiği süre, aynı zamanda resim yapmayarak geçirdiği süre olurdu. Neredeyse her koşulda, birey iradesiyle seçtiği işe kıyasla atandığı işte daha yüksek bir firsat maliyetiyle karşılaşacaktır. Bireyin gerçekten de “optimal” işe atandığı nadir koşullarda bile toplam üretkenliğin artacağı düşünülemez. Tek bir merkezi otoritenin bütün vatandaşları için en iyisinin ne olduğunu bilebilmesinin mümkün olmadığını da göz önünde bulundurursak, zorunlu çalışma her ne kadar resmi işsizlik oranlarını azaltsa da üretkenlik açısından tam bir faciadır.

Gördüğünüz üzere, merkezi bir otorite tarafından atanmış bir işte çalışmaya zorlanmak hem etik açıdan hem de üretkenlik açısından oldukça problemlidir. Bireyin hangi işte çalışacağını seçme hakkı kadar çalışıp çalışmayacağını seçme hakkı da olmalıdır. Bireyin topluma ve onun ekonomisine katkıda bulunmak gibi hiçbir sorumluluğu yoktur. Üretkenlik sadece geleneksel manada çalışarak sağlanmaz, aksine zorunlu çalışma neredeyse her zaman bireyin üretkenliğine zarar verir. Dolayısıyla, Objektivist bir bakış açısından gönüllü işsizlik veya özellikle verimsiz çalışarak içinde bulunulan totaliter sistemi baltalamaya çalışmak ahlaki bir duruştur.