George Orwell’in 1984’ünün Korkutucu Öngörüsü

By Published On: 24 Ocak 202436 min read
İçindekiler

Andrew Bernstein

Andrew Bernstein, New York Şehir Üniversitesi Graduate School'dan felsefe doktorasına sahiptir ve Marist College'da uzun yıllar felsefe dersleri vermiştir. Capitalism Unbound: The Incontestable Moral Case for Individual Rights (2010), Capitalist Solutions (2011), Heroes, Legends, Champions: Why Heroism Matters (2020), ve son olarak Why Johnny Still Can't Read or Write or Understand Math kitaplarının yazarıdır.

Yazarın notu: Bu makale spoiler içermektedir.

Her şeyden önce muhteşem bir roman olan George Orwell’in 1984’ü aynı zamanda dehşet verici derecede ileri görüşlü bir siyasi yorumdur. Bir İngiliz tarafından 1949 yılında yazılan roman, günümüz Amerikan siyasetinin gidişatını büyük ölçüde yansıtmaktadır.

Bunu dört ana unsuru inceleyerek görebiliriz:

  • Bir bütün olarak hikâye;
  • Orwell’in dramatize ettiği siyasi ilkeler ve politikalar—ve siyasi söylem diline yaptığı zekice ve özgün katkılar;
  • Totalitarizmin altında yatan felsefeye dair içgörüleri;
  • Orwell’in kâbus dünyasının bizim gerçekliğimiz haline gelmesinin birkaç örneği.

Hikâye

1984, acımasız komünist baskının (komünistlerden sadece “Parti” olarak bahsedilir) arka planında geçen bir aşk hikayesidir. 1950’lerde yaşanan bir nükleer savaşın ardından dünya üç süper devlete bölünmüştür: Kuzey Amerika ve Büyük Britanya’dan oluşan Okyanusya (ikincisinin adı “Airstrip One” olarak değiştirilmiştir); Avrupa kıtası ve Batı Asya’dan oluşan Avrasya; ve Doğuasya ya da Asya kıtasının büyük kısmı. Bu güçler sürekli olarak birbirleriyle savaş halindedir. Müttefikler ve düşmanlar zaman içinde değişir, ancak savaş dünyanın yoludur: Okyanusya zaman zaman diğerlerinden biriyle müttefik olur, üçüncüsüyle savaşır; diğer zamanlarda ise bu durum tersine döner. Kimse asla kazanamaz, zafer de amaç değildir.

Okyanusya’nın amacı, halkını ulusun düşmanlarına karşı çılgınca bir nefret içinde tutmak ve böylece Parti’ye sadık kalmalarını sağlamaktır. Parti’ye sıkı itaat çeşitli yollarla sağlanmaktadır.

Bunlardan biri, gelişmiş bir çift yönlü tele-ekran teknolojisi kullanan gizli polisin -Düşünce Polisi’nin- her yerde bulunmasıdır. Ülkedeki her bina ve evde, neredeyse her odada bir tele-ekran bulunmaktadır. Düşünce Polisi sizi her an gözetleyebilir. Sizi istedikleri zaman görebilir ve duyabilirler; “düşük bir fısıltı seviyesinin üzerinde her ses [tele-ekran] tarafından algılanacaktır.”1

Dahası, Parti günlük “İki Dakika Nefret” uygulamasını dayatır. Her gün, Okyanusya’daki herkesin her şeyi bir kenara bırakıp bir televizyon ekranının karşısına geçmesi ve Okyanusya’nın dış düşmanlarına -ve büyük olasılıkla Parti’yi devirmeye çalışan uydurma tehditler olan iç hainlere, Emmanuel Goldstein ve Kardeşler’e- kin kusması gereklidir. Düşünce Polisi bu prosedürü titizlikle izler, yeterince nefret kusmadığından şüphelenilenlere hapis cezası ya da ölüm cezası verir.

Halk amansız bir endoktrinasyon altında tutulmaktadır. Parti her türlü iletişim aracını kontrol etmekte ve bunları yalanlarını yaymak için kullanmaktadır. Tarih kitapları uçağı Parti’nin icat ettiğini iddia eder. Gerçek Bakanlığı geçmiş gazete ve dergi makalelerini o anki propagandaya uyacak şekilde yeniden yazar; geçmiş sürekli olarak yeniden yazılır. Bir Parti üyesi vatana ihanetten -gerçek ya da hayali- tasfiye edilirse “buharlaştırılır”, sadece öldürülmekle kalmaz, tarihten silinir. Onun yaşamış olduğuna dair “hayali” bir inancı dile getirmek ihanettir ve bu inancı dile getirenler de buharlaştırılarak cezalandırılır. Parti Avrasya ile savaştan Doğuasya ile savaş durumuna geçtiğinde, Okyanusya’nın her zaman Doğuasya ile savaş halinde olduğunu iddia eder, aksi yöndeki tüm yazılar yeniden yazılır ve her türlü karşıt iddia vatan hainliği olarak kabul edilir.

Hükümet dört koldan oluşur: Parti’nin yalanlarını yayan Hakikat Bakanlığı; amansız bir savaş yürüten Barış Bakanlığı; Parti’nin düşmanlarına işkence eden ve/veya idam eden Sevgi Bakanlığı; ve halkı sürekli yoksulluk içinde tutan Bolluk Bakanlığı. Parti üç sloganın propagandasını yapmaktadır: “Savaş Barıştır,” “Özgürlük Köleliktir,” “Cehalet Güçtür.” Vatandaşların büyük bir kısmı çok az eğitim alır ve tek mutlak olanın cehalet olduğu bir durumda tutulur: Tüm gerçekler Parti’den gelir.

Okyanusya vatandaşları iki sınıfa ayrılmıştır: Parti ve proleterler (proleterler veya işçi sınıfları). Parti iki alt bölüme ayrılmıştır: Ülkeyi mutlak otoriteyle yöneten İç Parti üyeleri ve onların emirlerini sorgusuz sualsiz yerine getiren ancak ezilen prole‘lerden çok daha yüksek sosyal ve ekonomik statüye sahip olan Dış Parti üyeleri. Prole’ler el işçiliği yapar, çok az eğitim alır ya da hiç eğitim almaz ve iş dışındaki zamanlarının çoğunu içki içerek, kumar oynayarak, kavga ederek ve zina yaparak geçirirler. Çalıştıkları, orduya hizmet ettikleri ve Okyanusya’nın düşmanlarına nefretle baktıkları sürece Parti onların ahlaksız davranışlarını pek dikkate almaz; özgür düşünmelerine izin verilenler sadece prole’lerdir çünkü Parti onları düşünme yeteneğinden yoksun görmektedir. “Onlardan şüphe duyulmaz. Parti’nin sloganında belirtildiği gibi: ‘Prole’ler ve hayvanlar özgürdür.”2   Bir prole zeka belirtileri gösterdiği nadir durumlarda, “Düşünce Polisi tarafından basitçe işaretlenir ve ortadan kaldırılır.”3 Prole’ler kendi tercihlerine göre evlenebilir ya da evlenmeyebilir ve zevk için çiftleşebilir.

Ancak Parti üyeleri katı bir püriten kod altında yaşarlar: Parti’yi her şeyden çok sevmeleri beklenir, özellikle de (muhtemelen hayali) lider Büyük Birader’i (Bir Joseph Stalin benzetmesidir). Seks sadece evli çiftlerde ve sadece üreme amacıyla yapılır. Hükümet, romantik aşka karşı ve Parti’yi sevmek lehine propaganda yapan fanatik bir Seks Karşıtı Birlik’e sponsorluk yapmaktadır. Dış Parti üyelerinin küçük çocukları “Casuslar” adlı bir örgüte alınır. Üniforma giydirilen ve Parti karşıtı olduğundan şüphelenilen kişileri, özellikle de ebeveynlerini ihbar etmek üzere eğitilen Casuslar, bunu yaptıklarında kahraman olarak onurlandırılırlar.

Bu tüyler ürpertici arka planda okuyucu, hikâyenin otuz dokuz yaşındaki kahramanı, Dış Parti üyesi ve Hakikat Bakanlığı görevlisi Winston Smith ile tanışır. Winston geçmiş gazete ve dergi makalelerini “düzenler”, geçmişi Parti emirlerine göre yeniden yazar. Yalancılıktan, otoriterlikten, müdahalecilikten ve anti-seks ajitasyonundan nefret eder. Kendi içerisinde Büyük Birader’in gerçek olup olmadığını sorgular. Gizliden gizliye Goldstein ve Kardeşlik’in var olmasını uman Winston; eğer varlarsa, onlara katılmayı arzular. Kapitalizm altında geçen gençliğindeki özgürlük ve refahı hatırlar ve bunları ister. Winston Parti’nin propagandasına direnir ve siyasi devrim ister.

Kendisi gibi Hakikat Bakanlığı’nda çalışan bir Dış Parti üyesi olan çekici, siyah saçlı genç bir kadın olan Julia ile tanışır. Julia’nın görevi, Chaucer, Shakespeare ve Milton’ın edebi eserlerini yeniden yazarak geçmişin büyük kitaplarının Parti propagandasına uygun hikayeler ve temalar sunmasını sağlamaktır. Parti’den Winston’dan bile daha çok nefret eder.

Yasadışı bir ilişkiye başlarlar. Katı yasaları hiçe sayarak, Winston’ın kentin prole kesiminde bir eski eser satıcısı olan Bay Charrington’dan kiraladığı eski püskü bir arka odada sık sık buluşurlar. Sevişmelerinde kişisel bir yaşama, değerlere ve romantizme adanmışlıklarını ifade ederler. Julia Parti’nin kötü olduğunu bilir ama politikaya ilgi göstermez. “’Kimin umurunda?’ dedi sabırsızlıkla. ‘Her zaman birbiri ardına kanlı savaşlar oluyor ve insan zaten haberlerin yalan olduğunu biliyor.’”4

Julia bireyselliğini yoğun bir özel isyanla ifade eder. Dışarıdan bakıldığında ateşli bir Parti üyesi gibi görünmektedir: İki Dakikalık Nefret sırasında en yüksek sesle çığlık atan odur, Seks Karşıtı Birlik’te aktiftir ve Parti’nin tasarladığı her görev için gönüllüdür. Ama Parti’nin otoriterliğine, sevgililer edinerek (birçok sevgilisi olmuştur) ve son sevgilisi Winston’la gerçek aşkı paylaşarak isyan eder. Winston ona seksten hoşlanıp hoşlanmadığını sorduğunda, “Bayılıyorum” diye cevap verir.5

Winston, delici bakışları ve sert görünümüyle bir İç Parti üyesi olan O’Brien’ın gizlice Kardeşlik’e mensup olduğundan şüphelenir. O’Brien, sevgilileri evine davet eder, televizyonu kapatır, kendisinin de Kardeşlik’ten olduğunu söyler ve onlara Emmanuel Goldstein’ın kitabının bir kopyasını verir. O’Brien onlara isyana bağlılıklarıyla ilgili sorular sorar. Hayatlarınızı vermeye, cinayet işlemeye, ülkenize yabancı bir güç için ihanet etmeye istekli misiniz, diye sorar. Julia sessiz kalır; Winston “Evet” diye yanıtlar. O’Brien, ayrılmaya ve birbirlerini bir daha görmemeye razı olup olmadıklarını sorar. Julia, “Hayır!” diye haykırır. Cevabından emin olamayan Winston sonunda “Hayır” der.6 Winston, Goldstein’ın kitabını dikkatle okur. Kitabın bazı bölümlerini Julia’ya okur; Julia uyuyakalır.

Winston herhangi bir devrimin uzun yıllar sonra gerçekleşeceğini bilmektedir. Her iki sevgili de eninde sonunda yakalanıp idam edileceklerini bilmektedir. “Biz ölüyüz,” diye tekrarlarlar birbirlerine. Sonunda, kiraladıkları odadaki çerçeveli bir resmin arkasına gizlenmiş tele-ekrandan gelen acımasız bir ses bu düşünceyi yankılar: “Siz ölüsünüz,” der. Bay Charrington’ın da parçası olduğu Düşünce Polisi tarafından tutuklanırlar.

Ayrılırlar. Winston, Sevgi Bakanlığı’nın hücrelerinde aylarca işkence görür, beyni yıkanır ve telkin edilir. Düşünce Polisi’nin rütbeli bir subayı olduğu ortaya çıkan O’Brien, yeniden eğitim sürecinin başındadır. Winston yavaş yavaş Büyük Birader’i ve Parti’yi sevmeye başlar. Ancak bir gece gördüğü kabustan “Julia!” diye bağırarak uyanır. Duyulmuştur. O’Brien onu Sevgi Bakanlığı’ndaki korkunç bir işkence odası olan 101 Numaralı Oda’ya götürür. Düşünce Polisi sürekli casusluk yaparak herkesin en derin korkularını bilmektedir. Oda 101’de bunu gerçeğe dönüştürürler. Winston için bu, fareler tarafından canlı canlı yenmektir. Etrafını saran aç fareler, kendilerini kafeslerinin çeliklerine doğru fırlatarak onu canlı canlı yemekle tehdit ederler. Son iç savunması da patlar. “Bunu Julia’ya yap!” diye bağırır. “Julia’ya yap! Bana değil! Julia’ya! Ona ne yapacağın umurumda değil. Yüzünü parçalayın, kemiklerine kadar soyun. . .  Bana değil!”7

Winston Julia’ya sevgisine ihanet eder ve kendisi yerine onun canlı canlı yenmesine razı olur. Bunu yaparken de son ve en büyük kişisel değerini Parti’ye bırakır. Sonunda iki eski sevgili serbest bırakılır. Parti, hainleri infaz etmekte genellikle acele etmez; Smith ve Julia’nın bildiği tek şey infazın eninde sonunda gerçekleşeceğidir. İstemeden de olsa karşılaşırlar ama aralarında hiçbir kıvılcım kalmamıştır. Hikâye Winston’ın farkındalığıyla kapanır: “Kendisine karşı zafer kazanmıştı. Büyük Birader’i seviyordu.”8

İlkeler, Uygulamalar ve Siyasi Söylemin Dili

1949 yılına gelindiğinde Nasyonal Sosyalist Almanya, İkinci Dünya Savaşı’nın kan gölünde yenilmişti. Ancak Sovyetler Birliği, Doğu ve Orta Avrupa’nın çoğunu fethetmiş ve işgal etmişti. Tarihin en kötü toplu katliamcılarından biri olan Stalin, Rusya ve uydu devletleri üzerinde tam bir güce sahipti. Stalin’in müttefiki Mao Zedong, Çin’de iktidarı yeni ele geçirmişti ve Stalin’in Kuzey Kore’deki yandaşları daha özgür olan Güney’i işgal etmeye hazırlanıyordu. Komünizm şeklindeki acımasız totalitarizm tüm dünyayı sarıyordu.

1984, on yıllar içinde Kuzey Amerika ve Büyük Britanya’nın ve muhtemelen dünyanın geri kalanının da totaliter devletler haline geleceğini öngörmektedir. Orwell’in komünizm altındaki bir dünyanın tüyler ürpertici bir tasvirini sunduğu 1984, Arthur Koestler’in Darkness at Noon’u, Ayn Rand’ın We the Living’i ve olağanüstü romanı Anthem gibi diğer seçkin eserlerin yanına konuşlanır. 1984’ü farklı kılan şeylerden biri de komünist politikalar ve dilin saptırılmasına ilişkin parlak öngörüsüdür.

Düşünce Polisi. Gerçek hayatta totaliter bir devletin, ajanlarının günün her saniyesinde herkesi gözetlemesine olanak tanıyan iki yönlü bir tele-ekran teknolojisi geliştirmesi pek olası görünmese de temel fikir konusunda hiçbir şüphe yoktur: Komünist gizli polisin böyle bir niyeti vardır. Örneğin 1989’da Doğu Almanya’daki Stasi’nin tam zamanlı 91.000 ajanı ve nüfusu ancak 16 milyon olan bir ülkede 173.000 muhbiri vardı. Her yüz kişiden biri muhbirdi. Bir kişi haftada ortalama iki yüz kişiyle etkileşime giriyorsa, gizli polisin iki farklı muhbiri tarafından biliniyor ve izleniyordu.9 1984’te olduğu gibi, buna ebeveynlerini gözetleyen çocuklar da dahildi.

Romanda masum vatandaşlara yönelik en kaygı verici zulüm, düşünce suçu suçlamasıdır. Düşünce suçu, Parti ilkeleriyle çatışan herhangi bir fikirdir ve ölümle cezalandırılır. Örneğin, Winston bir günlük tutmaya başlar. Yakalanırsa öldürülecektir—entelektüel mahremiyet arzusu bir düşünce suçudur. Winston’ın komşuları Bay ve Bayan Parsons’ın “Casuslar” adlı paramiliter gençlik grubuna üye iki çocuğu, dokuz yaşında bir oğulları ve yedi yaşında bir kızları vardır. Winston onları şöyle anlatır: “Bir iki yıl sonra, [annelerini] alışılmışın dışında davranışlar için gece gündüz izliyor olacaklardı. . . Otuz yaşın üzerindeki insanların kendi çocuklarından korkması neredeyse normaldi.”10

Sonunda Winston, sadık bir Parti üyesi olan Bay Parsons ile hapishanede karşılaşır. Parsons, uykusunda “Kahrolsun Büyük Birader!” dediği için ihbar edilmiştir. Winston onu kimin ihbar ettiğini sorar. Parsons şöyle yanıtlar: “Küçük kızım. . . Anahtar deliğinden dinledi. Ne söylediğimi duydu ve hemen ertesi gün devriyelere haber verdi.”11 Bir de “yüz suçu” ihlali vardır. İki Dakikalık Nefret sırasında yeterince öfkeli görünmezseniz ya da ekonomik üretimle ilgili Parti propagandasına bir an için şüpheyle yaklaşırsanız, tutuklanır ve cezalandırılırsınız; bu durum devam ederse ölümle cezalandırılırsınız.

Çiftdüşün. Bu, bir zamanlar bildiğiniz bir gerçeği reddetme ve Parti’nin ilan ettiği gibi, bunun Goldstein ve destekçileri tarafından yayılan tehlikeli bir yalandan başka bir şey olmadığını yavaş yavaş kabul etme sürecidir. Zamanla gerçek bir yanılsama olarak görülmeye başlanır ve yanılsamalar da gerçek olarak kabul edilir. Nasıl mı? Winston, Parti’nin reddettiği, kendi bilgisinin bir parçası üzerine düşünür. “Ama bu bilgi nerede vardı? Yalnızca kendi bilincinde. . . Ve eğer herkes Parti’nin dayattığı yalanı kabul ettiyse -tüm kayıtlar aynı hikâyeyi anlattıysa- o zaman yalan tarihe geçti ve gerçek oldu.”12 Herkes Parti’ye karşı geldiği için idam edilmekten korkarken, bir gerçeğe dair tüm kayıtlar silinip her yerde propaganda yüceltilirken, siz her gün Parti’nin olaylara ilişkin versiyonunu kusarken, gerçeğe tutunmak hem tehlikeli hem de zordur; onun solup gitmesine izin vermek ve Parti’nin iddialarını kabul etmek daha kolaydır.

Yenikonuş. Parti sistematik olarak dili daraltmakta, heterodoksiyi kolaylaştıran tüm kelimeleri silip yasaklamaktadır. Yenikonuş sözlüğünün on birinci baskısı üzerinde çalışan zeki bir dilbilimci olan Syme, Parti’nin amacını açıklıyor:

“Kelimeleri yok ediyoruz … her gün yüzlercesini. Dili iliklerine kadar kesiyoruz. . . Yenikonuş’un tüm amacının düşünce alanını daraltmak olduğunu görmüyor musunuz? Sonunda düşünce suçunu imkânsız hale getireceğiz, çünkü bunu ifade edecek hiçbir kelime kalmayacak. . .  Sloganlar bile değişecek. Özgürlük kavramı ortadan kaldırılmışken ‘özgürlük köleliktir’ gibi bir slogana nasıl sahip olabilirsiniz?”13

Ralph Waldo Emerson’un yazdığı gibi, “Her devrim önce bir adamın zihnindeki bir düşünceydi.” Ama insanlar kelimelerle düşünür. “Özgürlük, hürriyet, birey, haklar” ve benzeri kelimeler dilden çıkarıldığında, söylemden silindiğinde, insanlar zamanla bu kelimeler hakkındaki bilgilerini kaybederler ve özgürlüğü kavrayamadıklarında onun için savaşamazlar. İronik bir şekilde, Syme bunu bildiği için çok fazla şey anlamıştır. Winston, Parti zeki insanlara güvenmediği için Syme’ın da eninde sonunda buharlaşacağının farkındadır.

Hafıza Delikleri. Tarihsel anlatıyı değiştirmek için durmak bilmeyen bir çaba içinde olan Parti, Winston’a ve binlerce diğer editörüne sürekli olarak geçmiş gazete haberlerini, dergi makalelerini, halka açık konuşmaların kopyalarını ve benzerlerini yeniden yazmaları için talimatlar göndermektedir. Eğer olduğu gibi bırakılırsa, bu talimatlar Parti’nin yaygın sahtekârlığını gösteren bir belge izi oluşturacaktır. Bu nedenle, bu talimatlar imha edilmeli ve ölüm tehdidi altında bile asla tartışılmamalıdır. Hakikat Bakanlığı’nın her ofisinin duvarında ve koridorunda “hafıza delikleri” olarak bilinen delikler vardır. Bir “editör” görevini tamamladığında bunlardan birinin kapağını kaldırır ve suçlayıcı kâğıdı içine atar, “bunun üzerine kâğıt sıcak bir hava akımıyla binanın girintilerinde bir yerlerde saklı olan devasa fırınlara doğru savrulurdu.”14 Bir kâğıt parçası hafıza deliğinden aşağı indiğinde, maddi tezahürü yok edilir, içeriği inkâr edilir ve sözünün bile edilmesi ihlal eden için ölüm cezası anlamına gelirdi.

Hakikat Bakanlığı. Bu, bakanlıkların en zararlısıdır: zihin kontrol ajansı. Geçmişin anlatısını yeniden yazan, çiftdüşün politikasını uygulayan, yenikonuşu yaratan, bağımsız düşünürleri idam için işaretleyen ve konuşmayı acımasızca bastıran hükümet bürosudur. Hakikat Bakanlığı, propagandayı bilgiden üstün tutarak ve Parti ortodoksisine meydan okuyacak kadar bağımsız olan herkesi bastırarak, Parti’nin totaliter yönetimini sürdürmek için en hayati kurumdur.

İfade özgürlüğü, entelektüel ifade özgürlüğüdür; zihin özgürlüğüdür. İfade özgürlüğü hakkı, Sokrates, Kopernik, Galileo, Darwin, Pasteur ve Rand gibi devrimci düşünürlerin tartışmalı gerçekleri ifade etme, bunları kanıtlarla destekleme ve güçlü devlet ve kilise liderleri de dahil olmak üzere insanları rahatsız etme hakkını içerir. İnsan bilgisinin ilerlemesi bunu gerektirir. Devletin hakikat işinde oynaması gereken bir rol yoktur; hakikat ile yanlış arasında ya da konuşmasına izin verilenler ile konuşması bastırılanlar arasında karar vermek devletin görevi değildir. Vazgeçilmez rolü, özgür düşünenlerin devlete ve kiliseye meydan okuma hakkı da dahil olmak üzere, bireylerin konuşma hakkını korumaktır. Orwell, Hakikat Bakanlığı aracılığıyla aklın özgürlüğüne değil, bastırılmasına kendini adamış bir hükümetin doğasını ve sonuçlarını göstermektedir.

Parti Sloganları. “Özgürlük Köleliktir.” “Savaş Barıştır.” “Cehalet Güçtür.” Böyle bir saçmalığın amacı nedir? Bunlardan ikisi doğrudan kendi kendisiyle çelişiyor, üçüncüsü ise saçma bir yalan. Ancak bu deliliğin bir mantığı vardır.

İlk sloganla ilgili olarak mesaj şudur: Eğer Okyanusya’da bağımsız yaşamaya çalışırsanız mahvolursunuz; ancak Parti kontrolüne boyun eğerseniz hayatta kalırsınız. İkincisi: Yurtdışında bitmek bilmeyen savaşa razı olursanız, Okyanusya’da barış içinde yaşayabilirsiniz. Üçüncüsü: Parti’nin emirlerini sorgulamayın; sadece itaat edin.

Muhtemelen bu sloganlar Parti tarihinin erken dönemlerinde ortaya çıkmıştır; sadece Parti yerleştiğinde dayatılabilecek olan çiftdüşün politikasından öncedirler. Bu sloganlar en zeki vatandaşları bile uyarmaktadır: Parti emirlerinin bilincinizi doldurmasına izin verin, düşünce suçu işlediğiniz için idam edilmekten korkun ve mantıksızlığına bakmaksızın rasyonel sonuçlarınızı Parti emirleriyle değiştirin.

Büyük Birader sizi izliyor. Bu, 1. sayfadan başlayarak roman boyunca tasvir edilir. Winston oturduğu binanın merdivenlerini çıkarken şunları gözlemler: “Her sahanlıkta, asansör boşluğunun karşısında, kocaman yüzlü bir poster duvardan bakıyordu. Öyle yapmacık resimlerden biriydi ki, hareket ettiğinizde gözler sizi takip ediyordu. BÜYÜK BİRADER SİZİ İZLİYOR, diye yazıyordu altındaki başlıkta.”15 Diktatör üzerinizde ölüm kalım gücüne sahip ve her yerde bulunan Düşünce Polisi aracılığıyla sizi acımasızca inceliyor. Sizi takip eden Stalin’imsi yüz ve gözler, acımasızca gözetlendiğiniz gerçeğine tüyler ürpertici bir görsel katıyor.

Emmanuel Goldstein baş kötüdür. Goldstein ve Kardeşlik muhtemelen Düşünce Polisi’nin halkı çılgınca bir nefret içinde tutmak için yarattığı kurgulardır. Neden Yahudi ismi? Orwell, Yahudilerin Avrupa’da uzun süre zulüm gördüğünü, Nazilerin bir ırk savaşı verdiğini ve komünistlerin sınıf savaşı yürüttüğünü biliyor. Bununla birlikte, komünistler teorik olarak ırkçı olmasalar da pratikte Stalin de dahil olmak üzere birçok önde gelen komünist son derece anti-semitikti. Totaliter bir devletin sürekli başarısızlıklarını yükleyeceği günah keçilerine ihtiyacı vardır ve komünist ideoloji başarılı ve varlıklı olanlara karşı kıskançlık dolu bir nefret besler. Dolayısıyla, uzun süredir yoksulları açgözlü bir şekilde sömürmekle suçlanan bir azınlık mensubundan daha iyi bir günah keçisi olabilir mi? Hitler’in Yahudilere yönelttiği suçlama da tam olarak buydu. Ayrıca, kötü adamın adının zenginliği ifade eden Gold-stein olması bir tesadüf müdür? Ne de olsa Weinberg, Brownstein ya da başka bir Yahudi ismi de olabilirdi.

Özetle Orwell, totalitarizmi dayatmak için kullanılan komünist yöntemleri zekice öngörmüştür. Siyasi söylem diline paha biçilmez bir katkıda bulunmuştur. Orwell’den sonra, eğer bir devlet kurumu vatandaşlarını gözetliyorsa, özgürlük severler şöyle iç çekerler: “Büyük Birader seni izliyor.” Bağımsız bir düşünür, devlete bağlı ya da özel, güçlü bir kuruluş tarafından eziyete uğratılırsa (ya da “iptal edilirse”), alaycı bir şekilde onun bir “düşünce suçu” işlediğine işaret ederiz. ABD hükümeti kısa süre önce İç Güvenlik Bakanlığı bünyesinde bir dezenformasyon birimi kurduğunda, ifade özgürlüğü savunucuları “Hakikat Bakanlığı!” diye bağırdı. Orwell’in bu ve diğer entelektüel/dilbilimsel çıkarımları, siyasi meseleleri daha net bir şekilde kavramamızı sağlayan kavramsal araçlardır.

Totalitarizmin Felsefesi

Orwell’in çıkarımları daha da derine iner. O’Brien, Winston’ın işkencesini denetlerken kurbanına şöyle der: “Yapamayacağımız hiçbir şey yok. Görünmezlik, havaya yükselme, her şey. İstesem bu zeminden bir sabun köpüğü gibi havalanabilirim. İstemiyorum, çünkü Parti bunu istemiyor. . . Doğa kanunlarını biz koyarız.”16 O’Brien ekliyor: “İnsan bilinci dışında hiçbir şey var olamaz.”17 O’Brien’ın anlatmak istediği şu: Parti gerçekliği kontrol etmektedir.

Parti ya da devletin gerçekliği kontrol ettiği iddiası, evrenin temel doğasını inceleyen felsefe dalı olan metafiziğin bir iddiasıdır. Metafizik şu gibi soruları sorar: Evren özünde nelerden oluşur? Madde mi, ruh mu, yoksa ikisinin bir bileşimi mi? Evren yaratılmış mıdır yoksa ezeli midir? Bir bilince mi bağlıdır, yoksa bilinçten bağımsız olarak mı vardır?

Romancı-filozof Ayn Rand, rasyonelliğin temel ilkesinin “Varoluşun Önceliği” olduğunu savunmuştur: “Varoluş vardır.” Evren, ona bağımlı olan bilinçten bağımsız olarak vardır. Doğa yasalarını algılayabilir ve anlayabiliriz ama yaratamaz ya da değiştiremeyiz. Örneğin yerçekimi, herhangi birinin farkında olup olmadığına bakılmaksızın vardır. Bir şeyi yoktan var etmek imkansızdır, dolayısıyla bir bilinç evreni yaratamaz. Var olan her şeyin toplamı olan evren ebedidir; parçalarının konfigürasyonu değişebilir, ancak bu parçalar ne yaratılabilir ne de yok edilebilir. Hiçbir zihin ya da zihin topluluğu, salt bir irade ya da düşünce eylemiyle aşağıdaki gibi gerçekleri değiştiremez: Dünya güneşin etrafında döner; 3 x 3 = 9; bir şey ne ise odur- A, A’dır. Filozof Leonard Peikoff bunu şu şekilde ifade etmektedir:

“Varoluş … önce gelir. Şeyler bilinçten -herhangi birinin algılarından, imgelerinden, fikirlerinden, duygularından- bağımsız olarak oldukları şeydir. Buna karşın bilinç bağımlıdır. İşlevi varlığı yaratmak ya da kontrol etmek değil, bir izleyici olmaktır; dışarı bakmak, algılamak, olanı kavramaktır.”18

Rand, bu ilkenin tersinin- “Bilincin Önceliği”nin- ister Tanrı’nın evreni yoktan var ettiğine dair dini inanç, ister halkın iradesinin gerçekliği kontrol ettiğine dair komünist inanç, isterse de benim için doğru olduğunu hissettiğim her şeyin benim için doğru olduğuna dair kişisel versiyon olsun, insanların metafizikte yapabileceği en temel hata olduğunu savunur. Peikoff, bilinç önceliğinden bahsederken şöyle yazıyor: “Bu görüşe göre, bilincin işlevi algılamak değil, olanı yaratmaktır. Buna göre varoluş bir bağımlılıktır; dünya bir şekilde bilincin bir türevi olarak kabul edilir.”19

Orwell, O’Brien aracılığıyla Rand’ın bilincin önceliğinin “sosyal versiyonu” olarak adlandırdığı teoriyi dile getirir: kolektif iradenin gerçekliği kendi emri doğrultusunda bükebileceği inancı. Bu, komünizm de dahil olmak üzere totaliter politikalarda popüler bir tema olmuştur. Gerçek hayattan bir örnek Lysenkoizm vakasıdır. Trofim Lysenko (1898-1976) genlerin varlığını inkâr eden Ukraynalı bir tarım uzmanı ve bilimsel sahtekardı. Zamanının bilimsel bilgisine aykırı olarak, hayvanların ve bitkilerin edinilmiş özelliklerinin biyolojik olarak sonraki nesillere aktarılabileceğini savunmuştur. İnsanlarda bu, anne ve babanın yoğun bir ağırlık çalışmasıyla ince yapılı bir vücuttan ağır kaslı bir vücuda sahip olmaları halinde, küçük çocuğun kaçınılmaz olarak ebeveynlerinin güçlü kas yapısını miras alacağını iddia etmeye benzer. Gerçekte, öyle olmayacaktır. Bitkilerde de edinilmiş özellikler biyolojik olarak aktarılabilir değildir. Lysenko’ya karşı çıkan önde gelen Sovyet bilim adamları, aslında genetik yasalarının Lysenko’nun sözleriyle ortadan kaldırılamayacağını ortaya koydular. Amerikalı gazeteci Eugene Lyons şöyle yazmaktadır: “Ama bilim adamlarının en büyüğü olan Yoldaş Stalin, Lysenko’nun yarım yamalak ve gösterişli iddialarının büyüsüne kapılmıştı.”20

Sovyet tarımı umutsuz bir durumda olmasına rağmen, Lysenko dramatik bir iyileşme vaat ediyordu. Diktatör, Lysenko’yu Sovyet tarımının başına getirdi ve onun uçuk iddialarını reddeden önde gelen bilim adamları hapse atıldı ya da kurşuna dizildi. “[Lysenko] doğanın yavaşlığı karşısında hayal kırıklığına uğramayı reddediyor ve onu kendi iradesine boyun eğdiriyordu.”21

Lysenko’nun “çevreye öncelik vermesi” Marksist ideoloji ile uyumluydu.22 Marx, insanın kişilik ve karakterini biyolojik mirasının değil, içinde yetiştiği ekonomik sınıfın şekillendirdiğini savunan felsefi bir deterministti. Marksist görüşe göre yetiştirme önemlidir, doğa (ve kesinlikle irade) değil. Dolayısıyla yeni “Sovyet insanı” yoğun sosyal koşullandırma ile geliştirilebilir. Lyons şöyle açıklıyor: “Mendel genetiği ilkeleri ‘ortadan kaldırılmıştır’. Genler karşı-devrimci bir kelimeye dönüştürülmüştür.”23 Genlerin çalışmadan çıkarılmasıyla, çevresel koşullandırma tümüyle önemli hale geldi; Lysenko doğru koşullar altında bitkilerin Sovyetlerin istediği gibi manipüle edilebileceğini iddia etti.

Amerikalı akademisyen Bertram Wolfe bu çılgınlığı şöyle özetliyor: “Genetik kanunları Politbüro tarafından geçiriliyor.”24 Ancak gerçekte öyle olmadı ve Sovyet tarımı çöktü. Aksi yöndeki tüm kanıtlara ve ortaya çıkan başarısızlıklara rağmen Stalin neden bu şarlatanlığa sarıldı? Lyons, “doğaya da insana olduğu kadar acımasızca hükmedebileceklerine dair tanrısal bir duygudan mı kaynaklanıyordu?” diye soruyor.25 Öyleydi.

Bilincin toplumsal önceliği teorisi, Parti’nin Tanrı’nın yerine geçtiği, dinin seküler bir versiyonudur. Sosyal versiyonu da dini versiyonu kadar irrasyonel ve yıkıcıdır. 1984’te O’Brien Winston’a “Doğanın kanunlarını biz [Parti] yaparız” dediğinde, Orwell komünist felsefeyi mükemmel bir şekilde anladığını göstermiştir.

Ancak komünistler yavaş öğrenirler. Lysenko’nun fiyaskosundan yıllar sonra ve 1984’ün yayınlanmasının ardından, Başkan Mao Çin’de benzer bir politika başlattı. Mao, insan iradesinin doğaya hükmedebileceğini iddia eden, akıl dışı, entelektüel karşıtı bir hayduttu. Ünlü tarihçi Paul Johnson şöyle yazıyor: “[Mao] ‘nesnel durumlara’ hiç inanmıyordu. Her şey zihindeydi. . . ‘Kitlelerin muazzam iradesine dayanarak’ … “her türlü görevi başarmak mümkündür. ‘Sadece üretken olmayan düşünce vardır,’ dedi, ‘üretken olmayan bölge yoktur. ‘” Yani tarıma elverişli olmayan topraklar, eğer insanlar buna inanırsa elverişli hale getirilebilirdi. Johnson’a göre bu, Mao’nun “nesnel gerçekliği küçümsediğinin” bir göstergesiydi.26

Komünistlerin nesnel gerçekliği küçümsemesi feci sonuçlara yol açtı. Stalin gibi Mao da Marksist ideolojinin doğaya dayatılabileceğine inanıyordu ve bunu dayatma girişimi milyonlarca masum sivilin açlıktan öldüğü korkunç kıtlıklara yol açtı. Jean-Louis Margolin, Komünizmin Kara Kitabı’nda şöyle yazmaktadır: “Mao, ‘tahıllar birlikte hızlı büyür; tohumlar birlikte büyürken en mutlu olanlardır’ inancını ilan etmişti- doğaya sınıf dayanışmasını dayatmaya çalışıyordu.”27 Hollandalı tarihçi Frank Dikotter, Mao’nun Büyük Kıtlığı adlı kitabında bunu yinelemektedir: “Görünüşe göre tohumlar da devrimci bir ruhu paylaşıyordu; aynı sınıfa ait olanlar bir eşitlik hamlesi içinde ışığı ve besinleri paylaşıyordu.”28

Mao, tohumların kendi Marksist birliktelik tercihini paylaşmadığını keşfettiğinde hayal kırıklığına uğradı; görünüşe göre bireyciydiler ve sağlıklı bir şekilde büyümek için bir dereceye kadar mahremiyeti tercih ediyorlardı. Köylüler, tohumlar birbirine yakın ekildiğinde köklerin birbirini boğacak şekilde büyüdüğünü biliyorlardı; bitkilerin gelişip büyümesi için aralarında boşluğa ihtiyaç vardır. Dikotter, köylülerin komünistlere tepkisini şöyle aktarıyor: “Fideleri çok yakın ekiyorsunuz, aralarında nefes alma mesafesi kalmıyor, sonra tarla başına on ton gübre ekliyorsunuz. Onlar boğularak ölecek.”29 Aynen öyle oldu. Mao, bilincin toplumsal önceliği görüşüne dayanarak, Marksist felsefeyi sadece insanlara değil doğaya da dayatmaya çalıştı. Tahmin edilebileceği gibi, bunu büyük bir mahsul kıtlığı ve milyonlarca Çin vatandaşının açlıktan ölmesiyle birlikte akıl almaz acılar izledi.

Partinin dünyadaki bir Tanrı’ya benzer olduğunu ilan etmenin amacı nedir? O’Brien’ın Winston’a söylediklerini bir kez daha hatırlayın: “Doğanın kanunlarını biz koyarız.” Tanrı benzeri bir güçle karşı karşıya kalan ölümlülerin tek çaresi nedir? İtaat etmek. O’Brien ayrıca Winston’a şunları söyledi: “Parti, iktidarı tamamen kendi iyiliği için istiyor. Başkalarının iyiliğiyle ilgilenmiyoruz; biz sadece iktidarla ilgileniyoruz.”30 O’Brien tüyler ürpertici itirafını şöyle bitiriyor: “Geleceğin bir resmini istiyorsanız, bir insan yüzüne basan bir bot hayal edin– sonsuza kadar.”31 Bu, komünist totalitarizmin özüdür. Bu yalnızca bilinç önceliği metafiziğinin sonucu değildir; onu zorlayanların amacı budur.

Korkutucu Benzerlikler

Çağdaş Amerika, 1984’te tasvir edilene paralel olarak totaliter bir devlete doğru eviriliyor. Belirtileri düşünün.

Büyük Birader seni izliyor. Haziran 2013’te, Ulusal Güvenlik İdaresi’nin (NSA) müteahhitlerinden Edward Snowden, acı bir gerçeği açığa çıkararak ülkeyi şok etti: ABD hükümeti herhangi bir izin belgesi ve hatta yanlış bir davranış şüphesi olmaksızın milyonlarca masum Amerikalıyı gözetliyor, mesajlarını izliyordu. 32 gün sonra ABD hükümetinin aynı zamanda insanların sesli ve görüntülü sohbetlerini, fotoğraflarını, e-postalarını, belgelerini gözetlemek için aralarında Apple, Facebook ve Google’ın da bulunduğu dokuz İnternet şirketinin sunucularına eriştiği ortaya çıktı.33

Bu casusluk programının 2015 yılında kapatıldığı bildirildi. Ancak son Twitter Dosyaları, hükümetin masum Amerikalılar üzerindeki gözetiminin devam ettiğini gösteriyor. Örneğin FBI, Twitter’a altı hiciv sitesinin hesaplarını askıya almasını “önerdi”; Twitter daha sonra bunu yapmak için nedenler aradı ve bunlardan dördünü askıya aldı. Görünüşe göre bu oldukça yaygın; FBI, Twitter moderatörlerinin daha dikkatli incelemesi için hesapları sürekli olarak işaretledi. FBI’ın bu tür “önerileri” işleme alması için Twitter’a Amerikalı vergi mükelleflerinin parasından 3,4 milyon dolar ödediği bildirildi. FBI’ın müdahaleciliğinin derinliğini gösteren bu durum, az sayıda takipçisi olan hesapları bile işaretliyor. Bu tür hesaplardan biri @Lexitollah idi ve habere şu yanıtı verdi: “İlk bakışta düşündüklerim: 1. Birinci anayasa değişikliğinin ihlali gibi görünüyor 2. Kutsal inek, beni yani amip kadar erişimi olan bir hesabı bile 3. Başka neleri izliyorlar?”34

Düşünce suçu. Twitter Dosyaları, FBI ve diğer devlet kurumlarının Twitter çalışanlarına kimin hesaplarının ve gönderilerinin önce çıkarılacağı ve hangilerinin gizleneceği konusunda defalarca “eğitim” verdiğini gösteriyor. Twitter özel bir şirkettir; bu nedenle, tıpkı benim oturma odamda veya arka bahçemde yaptığım gibi, sahiplerinin mülkleri üzerinde neyin söylenip söylenemeyeceğini belirleme hakkı var. Ancak hükümetin belirli görüş ve sesleri bastırmaya çalışması sansürdür. FBI ve diğer istihbarat teşkilatlarının yaptığı da tam olarak budur. Her ne kadar belirli fikirleri tam anlamıyla suç sayacak kadar cesur olmasalar da özel şirketleri bu fikirlere lanetli muamelesi yapmaya teşvik ettiler ve pis “düşünce suçları” işlerini başarılı bir şekilde taşerona verdiler.

FBI Twitter’a hangi fikirleri baskılaması için “koçluk yaptı”? Hükümetin Covid-19 karantinaları ve aşılarla ilgili anlatılarıyla çelişen iddialar da baskılanan fikirler arasındayı.35 Twitter Dosyaları, Twitter’ın ABD kamu politikaları başkanı Lauren Culbertson’un açıklayıcı notlarını ortaya çıkardı: “Culbertson, notlarında yönetimin Twitter’ın bunu yapmamasına ‘çok kızdığını’ söyledi. Aşı eleştirmenlerini susturmak için daha agresif adımlar attı ve şirketin daha fazlasını yapmasını istedi.”36 Yoğun hükümet baskısı altında Twitter çok sayıda doktorun hesaplarını engelledi; Bunlardan en seçkinlerinden biri, Harvard Tıp Fakültesi’nde epidemiyolog olan Dr. Martin Kuldorff’tu.37 Rhode Island’dan Dr. Andrew Bostom’ın Twitter hesabı, “aşılarla ilgili olumsuz çalışmaların sonuçlarını paylaştığı ve koronavirüsün etkisinin zayıf olduğuna dair verileri vurguladığı” gerekçesiyle kalıcı olarak kapatıldı.38

Baskı sadece doktorlarla sınırlı değildi. Örneğin, Jesse O’Neill şunları yazıyor: “Haziran 2021’de, Biden’ın, sosyal medya şirketlerinin aşıya dair yanlış bilgilerin yayılmasına izin vererek ‘insanları öldürdüğünü’ kamuoyuna duyurmasından birkaç saat sonra, eski New York Times muhabiri ve aşıdan şüphe duyan Alex Berenson’u görevinden uzaklaştırıldı Twitter hesabı önce askıya alındı ve sonunda tamamen kapatıldı.”39 Joe Biden özel şirketlere yanlış, yanıltıcı ve/veya tehlikeli olarak gördüğü iddiaları bastırmaları için baskı yapmak amacıyla makamını kullandı. Başka bir deyişle, Başkan neyin doğru olduğuna karar verdi ve ardından özel şirketlere muhaliflerin susturması için baskı yaptı.

(Yurt dışından konuya dair bir örneği düşünelim: 2020’de, COVID salgını sırasında, dönemin Yeni Zelanda Başbakanı Jacinda Ardern şunları söyledi: “Biz sizin tek hakikat kaynağınız olmaya devam edeceğiz.”40 Elbette Ardern’in ifadesi özgür bir ulusun liderinden ziyade Stalin’e ya da Mao’ya -ya da Büyük Birader’e- benziyordu. Bu ifade, hükümetin doğruyu ve yanlışı dikte etme yetkisine ilişkin iddiası açısından korkutucu bir ifadedir.)

Hakikat Bakanlığı. Nisan 2022’de ABD hükümeti, İç Güvenlik Bakanlığı’nda (DHS) bir dezenformasyon departmanı kuracağını duyurdu.41 Büyük bir kamuoyu tepkisiyle karşılaşılınca, programı hızla sonlandırdı; ancak aylar sonra The Intercept, DHS’nin “2022 Dört Yıllık Ulusal Güvenlik İncelemesi”nin sızdırılmış taslağını inceledi ve bu taslak “Temel görevlerinin giderek artan bir parçası olarak DHS’nin [hala] dezenformasyonla mücadele konusuyla ilgilendiğini” doğruladı…”42 Bu görevi yerine getirmek, önemli konularda neyin doğru neyin yanlış olduğuna karar vermesini ve en azından sosyal medya şirketleri ve benzerlerine neyin “doğru” olduğu konusunda “koçluk yapmasını” gerektirecektir. Daha önce de gördüğümüz gibi, dezenformasyon departmanı olsun veya olmasın, devlet kurumları zaten tam olarak bunu yapıyor. Başka bir deyişle, ABD hükümeti, açık ya da örtülü olarak, Orwell’in tasvir ettiği Hakikat Bakanlığı’nın işlevlerini giderek daha fazla benimsiyor.

Amerika’da bir Hakikat Bakanlığı kurma girişiminin küstahlığı her Amerikalıyı korkutmalı. Ayrıca, hükümet sansürcülerinin Joseph Stalin’in türettiği bir terim olan “dezenformasyon” kelimesini defalarca kullandığını da belirtmek gerekir.43 Bu bir tesadüf mü yoksa Stalin benzeri muhalefeti bastırma politikalarına bağlılığın utanmazca kabulü mü?

Bilincin önceliği. Bugün devletin okul sistemi darmadağın olmuş durumda ve milyonlarca Amerikalı öğrenci akademik sınavlarda düşük puanlar almakta.44 Bunun nedeni, okulların eğitimden çok beyin yıkamayla ilgilenmesidir. İnsan yapımı iklim değişikliği, sistemik ırkçılık, beyaz insanların bağnazlığı, kapitalizmin kötülükleri ve daha fazlasıyla ilgili solcu görüşlerle kafayı bozmuş durumdalar.45

Örneğin, devlet okullarında çocuklara “cinsiyet kimliği” teorisinin aşılanmasının Orwell’ci doğasını düşünün. Gerçekte çok az şey bir kişinin cinsiyeti veya toplumsal cinsiyeti kadar çabuk belli olur. İki cinsiyetin olduğu ve bireyin cinsiyetine bireyler ya da toplum tarafından değil, doğa tarafından karar verildiği açıkça ortadadır. Ancak bugün solcu “eğitimciler” çocuklara düzinelerce cinsiyetin olduğunu ve onların seçtikleri herhangi bir cinsiyet olabileceklerini, kendilerini kadın olarak tanımlayan erkeklerin kızlar tuvaletini kullanabileceğini ve kadın spor müsabakalarında mücadele edebileceklerini öğretiyor.46

Bu çılgınlığın amacı nedir? Sonuçlarına bakın: Doğrudan gerçeklik algısını, öğretmenlerinin iddialarının karşısına yerleştirerek çocukların kafasını karıştırıyor. Çıkarmamız gereken ders nedir? Öğretmenin iddiaları ve çocuğun talepleri doğanın yerini alır. Bu, bilincin önceliği teorisinin kişisel versiyonuna bir örnektir: Bir bireyin iddiası veya arzusu üstündür; gerçeklik ikincildir. Çocuklar doğa yasalarını reddetmeyi ve bilincin önceliğini yüceltmeyi öğrendiklerinde, politik olarak en güçlü bilinçler topluluğu olan devletin, gerçekliği kontrol ettiği ya da edebileceği sonucuna varmak sadece bir adım ötededir.

Yenikonuş. Bilincin önceliği felsefesi dile de sızıyor. Eğer insan bilinci gerçekliği kontrol ediyorsa ve devlet de yüce bilinçse, bundan devletin kelimelerin anlamını kontrol ettiği sonucu çıkar. Örneğin, “durgunluk” ekonomik terimini ele alalım. Kavramın gerekliliğini doğuran olgular, ekonomi tarihinde gayri safi yurtiçi hasılanın (GSYH) üst üste iki çeyrekten fazla düşüş gösterdiği örnekler ve gerçekliklerdir. Bu tanım, önemli ekonomik sonuçları nedeniyle bu tür olayların tanımlanması ihtiyacından doğmuştur ve ekonomistler bu amaçla uzun süredir “durgunluk” kavramını kullanmışlardır. Ancak Temmuz 2022’de Biden yönetimi, ekonomik krizin ortasında terimin tanımının yenilenmesi gerektiğine karar verdi. Charles Lane, “Perşembe günkü Ticaret Bakanlığı verileri gayri safi yurtiçi hasılanın üst üste ikinci çeyrekte daraldığını doğrulayabilir” diye yazdı. “Beklenti olarak Beyaz Saray, dörtte ikilik bir yenilgi serisinin durgunluk anlamına geldiği pratik tanımın resmi hiçbir yanı olmadığını belirten bir açıklama yaptı.”47 Gerçekler devletin arzularıyla çatışıyordu ve devlet sorunu “çözmek” için terimleri yeniden tanımladı.

***

Orwell’in 1984’ü, “Büyük Birader sizi izliyor”dan “düşünce suçlarına”, “Hakikat Bakanlığı”ndan “yenikonuş”a kadar, devletçilerin insanları kontrol etmek ve insan hayatını yok etmek için kullandıkları akıllara durgunluk veren araçları zekice dramatize ediyor. Kitap şu anda da her zamanki gibi güncel.

Ayn Rand’ın “bilincin önceliği” olarak adlandırdığı şeyin ve devletçilerin bu temelinde yanlış olan varsayımı kendi hain amaçlarına için nasıl kullandıklarının anlaşılmasıyla birleştiğinde, Orwell’in çalışması, akıl ve özgürlük kültürü uğruna verilen mücadelede daha da güçlü hale geliyor.

Gerçekliğin temel gerçekleri, varoluşun var olduğu, şeylerin olduğu gibi olduğu ve bilincin amacının varoluşu yaratmak değil tanımlamak ve anlamak olduğudur.

Gelin bu temelleri benimseyelim, 1984’ü geçmişte bırakalım ve insanlığın refah içinde olduğu bir gelecek yaratalım.

[Çevirmen notu: Kaynakça için yukarıda adresi verilen orijinal metne bakabilirsiniz.]